7 kez Grand Slam kazanan İsveçli eski raket, verdiği özel röportajda erkek ve kadın tenisindeki dinamiklere, spor programcılığındaki başarısına, kariyerinde onu en çok zorlayan isimlere ve Türkiye detayına değindi.
lk olarak en gözde konuyla başlayalım. Djokovic – Alcaraz rekabeti bu yıl zirve yapmış durumda… Amerika Açık öncesi bu yıl 4 kez karşılaştılar ve sürekli bir diğeri kazanıyor. İki farklı jenerasyon arasındaki bir düello mu bu, yoksa farklı bir tanımlama yapılabilir mi?
Bana göre bu rekabeti tanımlayacak kelime: Korkusuzluk… İkisinin de durumunu korkusuz olmak olarak ifade edebiliriz. Güzel olan şey; bir bakıyorsunuz Alcaraz kazanıyor; diğer turnuvayı ise Djokovic alıyor. Bu keyifli mi? Kesinlikle öyle. Her ikisinin de ne kadar zeki ve iyi olduklarını gösteriyor. Birbirlerine karşı en ufak bir kilit nokta yakaladıklarında, bunu diğer bir karşılaşmada kullanıyorlar. Fakat bence en teşvik edici nokta korkusuz olmaları… Cincinnati’de 7-6’lık setler oynadılar sürekli ve bence çok net ki; maçı kaybedip kazanmayı umursamıyorlardı. Çünkü düşünceleri şu yöndeydi:
“Eğer bu denli oynayabiliyorsam zirvenin limitlerini belirliyorum ve harika iş çıkarıyorum demektir. Carlos’u yeniyorsam, herkesi yenebilirim demektir”
Cincinnati’deki karşılaşmaları, beni Wimbledon’dakinden daha çok etkiledi. Çünkü Wimbledon sonrası “Bu muhteşem” demiştim. Fakat şimdi ise bu muhteşem olan şey, bir gerçekliğe dönüştü. Gerçek şu: Korku yok, şu an dünyanın en iyi iki oyuncusu ve birbirleriyle oynamak için her şeyi yapıyorlar. Bu da rekabetleri adına oldukça sağlıklı bir durum.
Serena Williams’lı dönemin ardından, WTA’de lider oyuncu eksikliği olduğunu düşünüyor musun?
Biraz sabırlı olmakta fayda var. Çünkü mesela Iga Swiatek kaç grand slam ile kariyerini noktalayacak bilmiyoruz. Belki 12, belki 15… O evreye geldiğinde “Aa buymuş” diyebilirsiniz. Ancak diğer yandan kadınlarda iki set üzerinden oynandığı için maçlar daha kısadır ve domine etmek çok kolay değil. Puanların çoğunluğu 4 büyük turnuvadan geliyor ve bugünün oyun tarzında 45 dakikada maça havlu atabilirsiniz ya da 6-3,3-1 geri düşmüşken Rybakina gibi sert servisleri olan birinin servisini kırmak pek mümkün değildir.
Chris Evert, Steffi Graf, Margaret Court ve hatta Williams kardeşler bile bunu yaşamamıştı. Bugün topa çok güçlü vuran çok sayıda kadın tenisçi var. Rakibiniz iyi bir günündeyse, başınız belada demektir. Yani maçlar erkeklere nazaran daha kısayken oyunu domine etmek çok zordur. Fakat erkeklere bakalım ve grand slamlerden alınan puanları hariç tutalım.
Djokovic veya Alcaraz’ın az bir farkla da olsa yine önde olduğunu görürsünüz. Kadınlarda ise grand slamler ve WTA turnuvalarında şartlar aynı; tüm turnuvalar 2 set üzerinden. Her gün bir başka yerde oynuyorlar ve bu geçmişe nazaran daha zor. Kıyasıya bir rekabet var ve bu nedenle, ileride herhangi bir ismin kadınlar tenisini domine etmesi bence çok düşük bir ihtimal.
Biraz Mats Wilander’in kariyerine ve karakterine dönelim. İlk olarak şunu sormak istiyorum: Seni en çok zorlayan rakibin kimdi?
Bunun tek bir cevabı yok aslında. Mesela Ivan Lendl büyük maçlarda en fazla karşılaştığım isimdi. John McEnroe’yu hızlı kortlarda yenemezdim. Fakat ikisine de toprak kortta asla kaybetmedim. Boris Becker’i, Davis Kupası veya kapalı salonda deviremedim. Tüm bunların dışında benim en zorlu rakibim bir oyuncu değil, çim korttu. 80’lerde durum benim için böyleydi.
Bugün profesyonel olarak oynama şansın olsaydı, kimle karşılaşmak isterdin?
Novak Djokovic’in neler hissettiğini anlamak isterdim. Her gün, her antrenman, her turnuvada, her zemin ve her puanda hiçbir rakibe kaybetmemek için neler yapılmalı, ne hissetmeli bunu bilmek isterdim. Çıkıp da bir tenis maçını kaybetmemek için normal olan şey nedir, zihin nasıl hazırlanır bunu kavramak ve kendime, hayatımın geri kalanına uygulamak isterdim.
Game, Schett & Mats programının ardındaki başarının sırrı neydi?
Daima aktiftik; Barbara Schett ve ben sadece birbirimizle konuşmuyor, aynı zamanda sporcularla röportajlar yapıyorduk. Koltuğuna uzanmış olan seyircilerimiz de böylece onların neler hissettiğini kolayca anlayabiliyor, durumu kendilerince yorumlayabiliyorlardı. Taraftarlar ve sporcular arasındaki bağı kuruyor, onlara bunu sunuyorduk.
Mats Wilander’i üç kelime ile nasıl tanımlarsın?
Hiçbir fikrim yok, bence bu diğer insanlara bağlı. Golfte dünyanın en iyilerinden Scottie Scheffler şöyle diyor: “İnsanların benim hakkında ne düşündüklerini bilmeye hakkım yok.” Ben de böyle düşünüyorum ve bu benim sorumluluğum değil. Benim odağım aklımdan geçenleri dile getirmek ki; katılıp katılmamak size kalmış. Çoğunlukla da katılmıyorlar zaten. Tenis, birilerine ilham olma zorunluluğumu da kaldırıyor.
Sanırım daha önce Türkiye’ye, İstanbul’a geldiniz. Bu ülke ve şehir size ne anımsatıyor?
Evet, arkadaşlarım ve ailemle güzel vakit geçirmeye gelmiştik. Önce İstanbul’a geldik, sonra yat ile güneye indik. 10 gün civarı kalmıştık Türkiye’de. Aileyle dolu dolu bir vakit geçirmiştik ve başka yerlere de yaptığımız bu rutinin ilkini Türkiye ile gerçekleştirmiştik.